Seyhan Akıncı – Ingeborg Bachmann, “Ağustosböcekleri” adlı radyo oyununda “Bir yara, ancak dokunulmadığı takdirde iyileşebilir” diye yazar. Ne çok düşündüm bunu oyun boyunca. “Tatavlada Son Dans” Kirazlıköy’den Tatavla’ya, Tatavla’dan Kurtuluş’a uzanan adıyla bile dönüşümün merkezlerinden olan bir semtin iki kadın üzerinden hikâyesini anlatıyor. Hem de Bachmann’a pek kulak asmadan. Yaraların üstüne basa basa…
Oyunun yazarı Şaban Ol’un “Eleni ve Gül” adlı oyunundan hareketle kaleme aldığı “Tatavlada Son Dans”ta yönetmen Berfin Zenderlioğlu, zihnimizdeki parçalı gerçekliği sahneye taşımış. Hikâyenin tam olarak hangi zamanda geçtiği, kişiler arasındaki bağlar, aldıkları yaralar dekorla somutlaştırılmış âdeta. Her şey kırık dökük… Her eşya “Sen beni zamanında görecektin” diyen yaş almış bir insan edasında…
Oyun Eleni’ye hayat veren Sumru Yavrucuk’un Rumca şarkısıyla başlıyor. Karanlığın içinden usul usul bir tını yükseliyor. Hemen sonra sahne aydınlanıyor ve biz Eleni ile Gül’ün Tatavla’daki yaşamlarına ortak oluyoruz. Bir süre sonra anlıyoruz ki karanlık, bu iki kadının, Eleni ve Gül’ün bakmak istemedikleri yaraları. Öyle de derinler ki onlara basmamak için âdeta köşe kapmaca oynuyorlar. Ne zaman biri basacak gibi olsa diğeri yoğurtçudan bahis açıyor ya da telefon çalıyor. Yoğurtçu mu kaldı canım? Sahi ne kaldı? Kirazlıköy’den, Tatavla’dan ve hatta Kurtuluş’tan ne kaldı? Deniz Çakır’ın hayat verdiği Gül, kocasından gördüğü şiddet sonrası Eleni’nin evini açtığı genç bir kadın. O günden beri de Eleni, en büyük yoldaşı. Her ikisi de Tatavla’nın eski neşesi gibi çınlıyorlar ortalıkta. İnatları bizi de inandırıyor bir gün yeniden bir arada yaşamaya, Sait Faik’in kovasında evine götürdüğü buluta, Rumcayla Türkçenin harmanına, kadın dayanışmasına, beklemeye…
Sahi, 6-7 Eylül Olayları’na dönüp bakmasak iyileşir mi mesela? Oyun, bizi dönüp bakmaya çağırıyor. İyileşmek istiyorsak önce yüzleşmeliyiz, diyor. Ve Eleni’nin hikâyesini deşmeye başlıyor. Anlıyoruz ki bir zamanların mutlu insanlarından biri o. Sonra o malum ‘olaylar’… Eleni, İstanbul’dan gitmeyi reddeden bir ‘öteki’. Tatavla’da etraflarında yükselen asansörlü, Fransız balkonlu yüksek binaların heybetine direndiği gibi öteki olmaya da direniyor. Direnmenin bedeli ne zaman ucuz olmuş ki? O da ailesinden, çocuklarından uzak kalarak ödüyor bu bedeli. Ne oğlunun Yunanistan’dan yolladığı mektupları okuyor ne de Avustralya’ya giden kızının bir telefon bile etmemesini sindirebiliyor. Güvercin tedirginliğinde yaşamak istemeyişlerini kabul edemiyor bir türlü Eleni. Öyle ki bunu çok güçlü bir alayla yapıyor. O hâlâ kanayan yaralarımız oyunun dozundaki komedi ile dengeleniyor. Oyunun afişinde Sumru Yavrucuk adını görmeseniz ya da hiç kimseyi tanımadan koltuğunuza oturup perdenin açılmasını bekleseniz karşınızdakinin Tatavla’da gerçekten yaşamış Eleni olduğuna yemin edebilirsiniz. Sumru Yavrucuk’unki hafızalarda yer edecek bir performans.
Kafamızda kentsel dönüşümler
Gitmek mi zor, kalmak mı? Ya da mecburen kaldığınızda gitmiş olmaz mısınız? Öyle tek sözcüklük yanıtları olmayan sorular. Eleni, kalmayı tercih edenlerden. Gidenleri affedememesi de bundan. Gül, bu hikâyede ‘ben’ olamamış biri. Eleni’nin özlemleri, onun kayıpları, onun şarkıları, onun acıları derken… Peki, Gül? Oyunun sonu bize Gül’ün benlik yolculuğunu izletirken aynı zamanda arkadaşlığın sınırlarını da sorgulatıyor. İstanbul’un dik yokuşlu, homojenliğini yoksul insanlarından alan semti Tatavla yaralarımızın üstüne kentsel dönüşümlerle basanlara inat Eleni ve Gül’ün dostluğunda yaşıyor. Siz de “Tatavlada Son Dans”a var mısınız?
Bir yanıt bırakın